Çok değil bundan bir kaç sene önce Tayyip Erdoğan, Kanuni Sultan Süleyman döneminde geçen Muhteşem Yüzyıl isimli dizinin "ecdadımızı" yansıtışını beğenmemiş ve rejisörlüğe soyunmuştu. Bunun üzerine kimi yayın organlarında Erdoğan'ın 1975 yılında Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'nde gençlik kollarında yöneticiyken sahneye koyup oynadığı bir piyes gündeme gelmişti: Mas-Kom-Yah.
Başdüşman: Mas-Kom-Yah
Neydi Mas-Kom-Yah?
Mas-Kom-Yah, Mason-Komünist-Yahudi sözcüklerinin kısaltmasından oluşuyordu ve başdüşmanı anlatıyordu. Mas-Kom-Yah orijinal bir "yapıt" değildi. İmam-hatip mezunu olduğunu "eserinde" vurgulayan Vaiz Mustafa Bayburtlu'nun[1] "Kızıl Pençe" isimli dört perdelik piyesine dayanmaktaydı.
İlkokul müsamerelerinde yapılan gösterilerden hallice olan piyesin metni, Çorum'daki İmam-Hatip Kitabevi tarafından 1969 yılında Toker Matbaası'nda kitap olarak bastırılmıştır. İmam-Hatip Kitabevi'nin sahibi yine kitapta belirtildiği üzere Fahri Kabaca'dır. Bu isme birazdan geri döneceğiz ama öncelikle tarihin en büyük soykırımlarından birine imza atmış olan ve özellikle bu soykırımda en fazla Yahudi ve komünistleri hedef alan Hitler rejiminin geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan tarafından örnek gösterilmesi meselesine bu piyes üzerinden açıklık getirmeye çalışalım.
Tayyip Erdoğan'ın çok beğenerek seçtiği, oynamak için Nejat Uygur'dan ders aldığı[2], ismini değiştirip yönettiği ve 1975 yılında Rize, Trabzon ve Ankara gibi pek çok şehirde sahnelenen Kızıl Pençe'nin Hitler rejimini örnek gösteren Erdoğan'ın, daha doğrusu islamcıların düşünce dünyasına ışık tutabileceğini düşünüyoruz.
Kızıl Pençe, "Komünizm ve siyonizmle mücadele uğrunda can veren İslam Mücahidlerine ithaf" olunmuş, 22 kişilik bir "kast"a sahip, 4 perdelik bir oyundur.
Şimdi bu perdelere göz atalım.
Birinci Perde: Kızıl tehdidin farkında olmayan batı aşığı patron
Birinci Perde, piyesin başrolündeki Ayhan Bey'in fabrikasındaki yazıhanesinde başlar. Ayhan Bey ve arkadaşları Adnan ve Fazıl beyler yazıhanede sohbet etmektedir.
Ayhan Bey, işçilerin sürekli grev yapmasından, ücretlerinde artış talep etmesinden bir hayli şikayetçidir. Hele ki işçilerin Ayhan Bey'le kendilerini eşit tutmasına tahammül edememektedir. Arkadaşı Adnan Bey de Ayhan Bey'e hak verir ancak olaylara İslamcı bir bakış açısından bakan Fazıl Bey söze karışarak İslam'ın işçi-patron ilişkilerini nasıl düzenlediğini Ayhan Bey'e anlatır:
"Hazret-i Peygamber işçi - işveren münasebetlerinin ölçüsünü ne güzel tayin etmiş? Şu mübarek söze bakın: 'İşçinin emeğinin karşılığını, alnının teri kurumadan veriniz.' Her işveren bu sözü benimsese, her işçi de imanından gelen sadakat ve hüsn-ü niyetle çalışsa cemiyet hayatında anlaşmazlık diye bir şey kalır mı?"
Konuşmaya çocuğunu "Kuran öğrenmesi için hocaya götürmekten" dönen Salih Efendi'nin eklenmesiyle Ayhan Bey'in oğlu Orhan'ın Avrupa'da (genel olarak Avrupa) eğitime gittiğini ve bundan önce de hiç din eğitimi almadığını öğreniriz. "Biz de Müslümanız ama modern eğitim Avrupai eğitimdir" diyen ve Avrupa'yı öven Ayhan ve Adnan beylere içinde binlerce hikmet olan uyarılarda bulunur Fazıl Bey ve "Nice müslüman babaların kıpkızıl kafir olan nice evlatları"ndan, "kızlarının haya perdesini kendi elleriyle kaldırarak cemiyetin içinde ortanın malı olmasından gurur duyan babalar"dan bahseder.
Bu esnada yolgeçen hanına dönen yazıhaneye üç genç daha gelir. Bu üç genç açıkça adı söylenmese de Fethullah Gülen'in kurucularından olduğu Komünizmle Mücadele Derneği'nden gelmektedir. Gençler kendilerini şöyle tanıtır:
"1. Genç: Efendim, biz ülkemizde komünizmin yayılmasını önlemek ve bu korkunç rejimle mücadele etmek için bir cemiyet kuruyoruz.
"2. Genç: Aynı zamanda gazete çıkaracağız. Basın yoluyla muhafazakar ve imanlı halkımızı zehirlemek isteyen millet mukaddesat düşmanlarına karşı böylece bir cephe kurmuş olacağız.
"1. Genç: Onlar kızıl rejim tarafından beslenmekte, böylece her türlü imkana sahip olabilmektedirler. Biz ise, varlığıyla her zaman iftihar ettiğimiz ve destek göreceğimize inandığımız milletimizin zenginlerine, sizlere güveniyoruz."
Komünizmle mücadele eden gençlerin sırtlarını patronlara yaslama gayretinde olduklarını da bu sayede öğrenmiş oluyoruz. Ancak Ayhan Bey, İslamcı Fazıl Bey'in uyarılarına rağmen patronsever antikomünist gençlere pek para vermek istemez. Zira komünizm gibi bir "tehdit" olduğunun farkında değildir ve gençlere bağırış çağırış içinde ancak bir madeni 2,5 lirayı layık görür.
Bağırış çağırıştan incinen, antikomünist oldukları kadar kırılgan ve gururlu olan tosuncuklar da "param oldukça kuvvetliyim" diyen Ayhan Bey'i "komünistler fabrikanızı, servetinizi yağmaladığı zaman pişman olacaksınız" diyerek protesto edip parayı almazlar. Perde kapanır.
İkinci Perde: Avrupa'ya okumaya giden pavyon düşkünü dinsiz züppe Orhan
İkinci perde Ayhan Bey'in evinde geçmektedir. Ayhan Bey'in annesi divanda Kuran okumaktadır. Ayhan Bey, bayram namazına gitmiştir. O sırada Avrupa'da okumakta olan Orhan eve döner. Babannesinin elini öptükten sonra evdeki manzarayı gören Orhan önce namazla, sonra Kuran'la, ardından memleketle bir güzel dalgasını geçer, sokakların koktuğundan, insanların tutuculuğundan şikayet eder. Türlü züppeliği beş dakika içinde yapmayı becerebilmiş Avrupa tahsilli Orhan kısa süre içinde Avrupa'da nasıl olup da her gece başka pavyonda, gazinoda eğlendiğini, "insanların birbirini tanımasa bile 'samimi olabildiğini'" bir bir anlatır. Ayhan Bey ve arkadaşı Salim Bey'in gelmesinin ardından yeterli kalabalığı karşısında bulan Orhan "dinsiz" olduğunu cümle aleme ilan eder. Ayhan Bey ağlar, babaanne ağlar, işin garibi Orhan da "beni hocaya göndermediniz, dini öğretmediniz. Beni siz dinsiz yaptınız" diye ağlar. Babanne aradan yırtmak istercesine perde kapanırken şunu söyler:
"Ben söyledim! Allah'ı, Peygamber'i öğretin, hocaya gönderin, Kur'an okumasını öğrensin dedim! Dinlemediniz! Dinlemediniz!.."
Üçüncü Perde: Duruma yavaştan uyanmaya başlayan mağdur patron
Salih Efendi'nin evinde, arkadaşı Serdar Efendi, oğulları ve arkadaşları Hasan Efendi ile Serdar Bey'in namaz kılması ile başlayan üçüncü perdenin ilk sahnesinde namaz kılanlar, namazlarının selamını verir vermez ismi geçmese de Orhan'ın ve diğer "dinini imanını unutmuşların" dedikodusuna girişirler. Salih Efendi'nin bu insanlardan "leş sürüleri" gibi edebi sıfatlarla bahsettiği vaazından sonra mesele esas konuya gelir.
Serdar Bey, Salih Efendi'nin vaazını pek beğenmiş olacak ki aşka gelerek şunları söyler:
"Kimden kaçarsın bre zalim, yarın hesap için huzura gideceğin Allah'ından mı? Ya kime sığınır, iman edersin; günah heykeli halinde milletlerin başına bela olan rezalet önderlerine mi? (Hafif bir tonla) Lenin ve benzeri soyu belirsiz köpeklere mi?"
Lenin'in kim olduğunu soran Hasan Efendi'yi Serdar Bey yanıtlar.
"Kim olacak? Milletlerin baş belası, hürriyetin katili, insanları köle gibi çalıştırarak karşılığında ölmeyeceği kadar yemek veren, ibadet ve mülkiyet hakkını kaldıran, İslamiyet'in azılı düşmanı komünizm isimli mel'un rejimin kurucusu. Onunla beraber Karl Marks ve Stalin gibi bir kaç kızıl salyalı it, sosyal adalet vaadiyle, sosyal denaati [alçaklık] gerçekleştirdi ve sosyal cinayeti işlediler. (...) Fakat biz, imanını bayrak yapmış müslümanlar olarak vatanı; ecdada saygıyı gericilik, Allah'a ibadeti yobazlık sayan kızıl rejim uydusu üç buçuk zibidiye bırakmayacağız! (...) Millet bir avuç veled-i zinanın esiri olamaz."
O sırada dinsiz, züppe, pavyon delisi oğlundan şikayetçi mağdur patron Ayhan Bey gelir. Ayhan Bey'in anlattıklarından bir kez daha gaza gelen Serdar Bey, "moskof köpeklerinin iğrenç salyaları ve küfür kokan ulumaları" ile bezeli bir tirat attırıverir ve tiradının sonlarına yakın Allah'a yalvarır:
"Lenin uşaklarının yüzünden bizi helak etme ya Rabbi!"
Perde, bu kadar afra tafranın ardından "Lenin uşaklarından" duyulan bu bariz korku ile kapanır.
Dördüncü Perde: Komünistler geliyor
Dördüncü perdede yeniden Ayhan Bey'in yazıhanesine döneriz. Ayhan Bey, yine patronların verdiklerinden bir türlü tatmin olmayan işçilerden dertlidir. Fazıl Bey'e dert yanar:
"İşçi, grev, işgal bin türlü hadise. Sonra hepsinin ucunda aynı hedef: Sosyalizm! Nedir, ne olacaktır? Her olayın arkasında proleter rejimi isteyen, fakir babası rolünde görünen zihniyet. Eli kalem tutan bunun müdafaasını yapar, aydın geçinenlerin aklı fikri budur; ne isteniyor, nereye gidiyoruz? Anlamıyorum, anlayamıyorum… Hep aydın geçinenler, ekseri üniversite hocaları…"
İlk perdeden hatırladığımız Fazıl Bey'se Ayhan Bey'i İslam mücadelesine katılmadığı, destek vermediği için suçlar. Paranın ancak İslam yolunda harcanırsa mutluluk getireceğini belirtir ve gider…
Aniden içeri fabrikanın ustabaşısı Hasan Usta girer. Hasan Usta panik halinde işçilerin isyan ettiğini, fabrikayı işgal etmeye başladıklarını ve kimseyi dinlemediklerini söyler.
Ayhan Bey, şaşırır, korkar ama aynı zamanda sinirlenir. Yazarın belli ki olumlayarak yazdığı şu cümleler Ayhan Bey'in ağzından dökülür:
"İşçi, elbette alın terinin karşılığını istemekte haklıdır. Fakat hak etmediği şeyleri isterse, bu haksızlık olur, insafsızlık, zulüm olur. Biz, hak ettikleri şeyi fazlasıyla veriyoruz. Başka ne isteyebilirler, anlayamıyorum?"
İşçinin hakkının patronun verdiği kadar olduğunu söyleyen Ayhan Bey ile Hasan Usta'nın "al takke ver külah" minvalindeki konuşmalarının ardından malının mülkünün derdine düşen Patron Ayhan Bey, bir kez daha sinirlenir ve şunları söyler:
"Nihayet başımıza bunu getireceklerdi ha? (Sesi perde perde yükselir) Sosyalizm! Sosyalizm! isyan, serkeşlik, işgal, tahrib, vicdansızlık, insafsızlık bir yığın rezalet… Bu cani rejim bu zalim diktatorya mı refah getirecek? Başkasının malını gasbetmek, yıkmak, vurmak, mahvetmek… Bu mu insanlık? Bu mu toplumculuk? Bu mu ilericilik? Söyle Hasan Usta, sosyal adalet vaadleriyle milleti, bir şeyden habersiz zavallı işçileri aldatan komünist piçlerinin yardakçısı sosyalist köpekleri değil mi bunlar? (...) Halk arasında huzursuzluk, milleti parçalamak için gayret, imani ve milli değerleri tahrib, üniversiteyi işgal, milletin malını vicdanı sızlamadan yakmak, yıkmak, bozmak... Bütün anarşi gösterilerinin arkasından sırtaran aynı imansız surat: Peçeli komünizmden başka bir şey olmayan sosyalizm! Mahvedecekler.. Bizi, milletimizi perişan edecekler Hasan Usta!"
İşçilerin el koyduğu fabrikasını milletin malı diye yutturmaya çalışan Patron Ayhan Bey'in "Nihal'i harcayacaklar matmazel" çıkışından sonra Hasan Usta, işin ele başının "Memed" isimli işçi olduğunu söyler. Bu Memed işe girdiği günden beri her fırsatta işçileri "hükümetin, devletin aleyhine kışkırtmakta", her fırsatta "Bu sömürü düzeni yıkılmalı, sermaye sahipleri ezilmeli" demektedir zaten. Patron Ayhan Bey, bu duruma iyice sinirlenir ve tüm mesele burada çözülür aslında:
"Demek bütün bunları yapan, altı ay önce şahsiyetini ayaklar altına alıp adice yalvararak fabrikaya giren, asıl adı Mişon olan bir yahudi bozması ha? Muhammed'e benzemesin diye Mehmed'in h'sini kaldırarak Müslüman - Türk ismini tahrib eden[3] ve nüfus cüzdanına Memed yazdıran o soysuz! Bu kadar akıl sahibi, dini İslam, aslı Türk olan insan bir yahudi bozmasının arkasından nasıl gider? Bu soysuzun sözüyle mukaddesatını, milliyetini, vicdanlarını nasıl çiğnerler Hasan Ustan? Yahudi… Fazıl Bey, 'Bütün şer rejimler yahudinin icadıdır' derdi; ne kadar doğruymuş? Yumurtasını pişirmek için dünyayı yakan yahudi!"
Nice NAZİ Partisi mensubunu kıskandıracak bu cümlelerin ardından işçilerin dağıttığı bir bildiri okunur. "Sosyalist Cumhuriyet'in kurulacağını ve artık nasırlı ellerin konuşacağını" anlatan bildirinin, çocukça orasına burasına sokuşturulan "kana kan istiyoruz", "taleplerimize karşı çıkan babamız bile olsa insafsızca ve merhametsizce çarmıha vurulacaktır" gibi ifadeleri saymazsak oldukça başarılı olduğunu söylememiz gerekiyor.
"Patronların, zenginlerin ayağındaki donlara kadar alınmasından" patron olmayanlar, patronlara uşaklık etmeyenler olarak neden rahatsız olalım ki?
Allah'a yakarıp af dilemeye başlayan ve "adi bir günah çuvalından başka bir şey değilim" diye ağlayan patronumuz Ayhan Bey bu sözlerinin arkasından karşısında üç işçi bulur. İşçiler, patrona artık fabrikalarına ve ülkede iktidara el koyduklarını söylerler.
İşçiler, kendilerinden emin şekilde:
"Proleter rejim geldi. Her şey işçilerin, her şey ezilenler için. Artık söz bizimdir. Biz emredeceğiz, biz idare edeceğiz, biz yiyecek, içecek, biz yaşayacağız." derler.
Tabii meselenin farkına varmış olan Ayhan Bey durumu işçilere anlatmaya çalışır:
"Görmüyor musunuz, vatanın her tarafında girişilen sosyalist hareket, komünizme ortam hazırlayan kızıl ihtilal rüzgarından başka bir şey değil! Sizi kışkırtan, önderliğinizi yapan şahsın bir yahudi bozması olduğunu bilmiyor musunuz? (...) Bir yahudinin bayraktarlığı altında nasıl öz varlığınıza isyan edersiniz?"
"Komünizmin yalanlarına kanmış" işçiler ise kararlıdır:
"(1. İşçi) Sosyalizmde merhamete yer yoktur. Fabrikamız baştan sona işgal edildi. Memleketin her tarafında aynı hareket başarıyla gerçekleştirildi. Çabalarınız boşuna gayrettir. Bu toprakların hakimi artık biz olduk ve bundan sonra da biz olacağız. (2. İşçi) (...) Her şey bizim elimizde insaf, merhamet, vicdan, iman palavralarına pabuç bırakmayacağız."
Tam bunlar olurken Komünist Memed nereden geldikleri anlaşılamayan üç "komünist asker" (muhtemelen Sovyet Askeri) ile içeri girer ve patronla birlikte işçilerin de tutuklanmasını emreder. İşçilerin şaşkınlığı karşısında katıla katıla gülen ardından birden ciddileşen Memed, Erol Taş edasıyla bütün hain planlarını anlatıverir:
"Demek şaşırdınız ha? Beyler, şu andan itibaren biliniz ki, komünist rejimi altındasınız! Orak çekiçli bayrak hükümrandır. Hak, adalet, hürriyet, namus, merhamet, vicdan, iman, mukaddesat, milliyet, şahsi mülkiyet komünizm diktatoryasıyla kaldırılmışıtr! Hayal ettiğiniz işçi iktidarı, emekçi düzeni diye bir şey yoktur. Herkes komünist devletin kölesidir. Zorla çalıştırılır ve ölmeyeceği kadar yemek verilir. Komünizm bu demektir ve böyle olacaktır! (Birden kahkaha atar) Sosyalizm, komünizmin peçesiydi. Ne yapalım? Başka türlü komünizmin gelmesi mümkün değildi. Kızıl pençe geldi, siyah peçeye lüzum kalmadı."
İşçiler, Memed tarafından aldatılmanın verdiği acıyla haykırır: "Alçak, adi, şerefsiz, dinsiz, milliyetsiz soysuz köpek!" Ve sorarlar: "Kanında Türklük, vicdanında iman kırıntısı yok muydu?"
Az önce iman palavralarına pabuç bırakmayacaklarını söyleyen işçilerin bu "iman ve Türklük dolu" sözlerinin arasına "dayanamayarak" gönüllü SS subayı Ayhan Bey girer:
"Hayır! Hayır! Bu Türk değil, bu müslüman değil! Muhammed'e benzemesin diye nüfus cüzdanına sonradan Mehmed yerine Memed yazdıran ve esas adı Mişon olan yahudi bozması bir soysuzdur bu! Kalbinde zerre kadar iman kırıntısı olan, damarlarında bir damla Türk kanı bulunan bunu yapmaz, hayır yapamaz!"
Komünist askerler tarafından işçiler ve sabık patron Ayhan Bey derdest edilirken Ayhan Bey pişmanlığını şu cümlelerden anlaşılmaktadır:
"Bir zamanlar ben de aldatılmıştım. Mücadeleyi lüzumsuz görmüştüm. Komünizmle mücadele etmek isteyenlere yardım etmemiştim. Fakat şimdi komünizmin kızıl pençesi altında inliyorum. Siz inlemeyin! O kızıl pençeyi iman nuruyla, mücadele silahıyla mahvedin! Mahvedin ki dinin temeli, müslümanın şerefi olan şu ezanlar susturulmasın!"
Perde son kez bu pişmanlıkla ve komünizm korkusuyla kapanır.
Ancak Bayburtlu'nun kitabı burada bitmez. Kitabın sonunda Bayburtlu'nun "Vurun Kızıl Soysuza" başlıklı müslümanları "emr-i cihad aşkına" kızıl soysuzlara vurmaya çağıran bir de şiiri vardır. 13 dörtlükten oluşan şiirin iki dörtlüğünü paylaşalım:
Adi asalaktır o milletin başında,
Akıtılmış zehirdir hakikatin aşında
Gizlenir gayet sinsi, her köşenin taşında
Ta ki geberene dek, vurun kızıl soysuza!
Akıtılmış zehirdir hakikatin aşında
Gizlenir gayet sinsi, her köşenin taşında
Ta ki geberene dek, vurun kızıl soysuza!
(...)
Merhametten bibehre komünizmin arısı,
Herkesin ortak malı şerefsizin karısı
İsyan sarhoşlarının amatör soytarısı
Mel'un düzen hayranı, vurun kızıl soysuza!
Herkesin ortak malı şerefsizin karısı
İsyan sarhoşlarının amatör soytarısı
Mel'un düzen hayranı, vurun kızıl soysuza!
***
Görüldüğü üzere Türkiye'de islamcılığı biraz kazıdığınızda ardından sermaye hayranlığı, patron severlik, işçi düşmanlığı, aydın düşmanlığı, antikomünizm, antisemitizm, kopkoyu bir ırkçılık, bir de Kızıl Pençe'nin bayağılığı ve entelektüel düzeyi çıkmaktadır.
Dahası halkı hakir gören kendi aklıyla ve iradesiyle emekçilerin iktidar talebinde bulunabileceklerine ihtimal vermeyen, bunu "ayakların baş olması olarak anlayan" ama bu durumun gerçekleşmesinden de ölesiye korkan islamcıların içinde iş isteyen işçiye bakınca "şahsiyetini ayaklar altına alarak yalvaran bir şahıs" gören, işçinin hakkının patronun verdiğinden ibaret olduğuna inanan bir patron ya da patron aşığı gizlenmiş vaziyettedir.
Milliyetçiliği ve dini inançları mülkiyetin ve sömürünün önüne siper etmekten çekinmeyen, sömürü düzeninin korunması için cihat çağrısı yapan islamcılık, Soğuk Savaş'ta misyonunu başarıyla yerine getirdi. Bu açıdan dizlerinin dibinde poz verdikleri ve kendileri gibi dünyanın başına emperyalizm tarafından bela edilen ve bugün tüm dünyaya kan kusturan "mücahitlerden" zerre farkları yoktur.
Durum böyle olunca sermaye hayranlığının, işçi düşmanlığının, aydın düşmanlığının, üniversite karşıtlığının, antikomünizmin, antisemitizmin ve ırkçılığın zirve yaptığı Hitler'in düzenine hayranlık beslemelerinde neden gariplik olsun ki?
Dikkatli okuyucu, eminiz ki, döneceğiz dediğimiz, bu kitapları basan yayınevi olan Çorum'daki İmam - Hatip Kitabevi'nin sahibi Fahri Kabaca'ya ne olduğunu soruyordur.
18 Mayıs 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım:
"Mahkeme başkanı, Çorum Cezaevi'nde tutuklu bulunduğunu ileri süren Fahri Kabaca'nın cinayete ilişkin 4 sayfalık bir mektup gönderdiğini söyledi. (...) Kabaca'nın Mahkeme Başkanı Adil Güreşçi'ye yazdığı mektup özetle şöyle: '1979 yılında İstanbul'da Babıali Caddesi'nde bulunan Nakışlar Yayınevi'ne gittim. Yayınevinin sahibi Cengiz Alpay, o yıllarda Türkiye gazetesinin sahibi ve Işık tarikatının lideri olan Enver Ören ile konuşuyordu. Ören, Abdi İpekçi'nin bir yazısından rahatsız olmuş, 'Bu Yahudi dönmesi bardağı taşırdı. Öldürülmesi gerek. Öldürtmek için benden 20 milyon' demişti. 1 hafta sonra Minnetoğlu Yayınevi'ne gittiğimde ise karşı köşede Ören'i Ağca'ya İpekçi'yi gösterirken gördüm. İpekçi'nin öldürülmesinden sonra yeniden yayınevine gittiğimde yayınevi sahibi, Ören'in benden şüphelendiğini söyleyerek beni tehdit etti'"
Ne diyorduk?
Hangi karanlık taşı kaldırsak altından birbiri ile ilişkilenmiş ve bugün memleketin tepesine çöreklenmiş, soğuk savaş beslemesi bir çete çıkıyor.
[1] Ne yazık ki Vaiz Mustafa Bayburtlu hakkında ek bilgiye ulaşamadık.
[2] Geçtiğimiz günlerde İstanbul Şehir Tiyatroları'nın Genel Sanat Yönetmenliği'ne bu kurum ile hiçbir bağı olmayan Süha Uygur atanmıştır. Süha Uygur, Nejat Uygur'un oğludur.
[3] Nazım Hikmet'in oğullarından birinin adının Memed olduğunu hatırlatalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder